Oğlak Yayıncılık’ın 1997 yayımı olan
893 sayfalık bu derlemenin mimarı Selim İleri. Selim Bey, 1860 doğumlu Samipaşazâde
Sezai’den 1949 doğumlu Necati Güngör’e kadar olan yelpazeyi 1949’da kesmesinin
nedeni olarak 49 senesinin kendisinin de doğum yılı olmasını göstermiş. Çok özenli
hazırlanmış, her hikayenin ayrı bir renk olduğu fevkalade bir eser. Her üç beş
sayfada bir yepyeni bir hayata konuk oldum. Kimini okul dönemlerimden
biliyordum, yeniden hatırlamanın tadı ile o hikayeyi okuduğum dönemin
hatıraları birleşerek şaşırttılar beni. Kimilerini nasıl olup da anca bugün
tanıdım diye hayıflandım, kiminin karanlık dünyasında ruhum sıkıldı, kimiyle
okuma aşkım arttı (Okumak – Ziya Osman Saba), kimiyle boğazda kayığa bindim, kimiyle
bir pencereden Beyoğlu’nun karmaşasına baktım, kimiyle metruk bir evden apar
topar kaçtım (Sağır Yalı – Samet Ağaoğlu), Dimo ile terzi Kadri ve Madam’ı ziyaret
ettim (Bir Terzi Soyunuyor – Zeyyat Selimoğlu), Yaşar Kemal’in Ağır Akan Su
hikayesinde dertli Kerem Ustası’nın evinin küllerinin yanında dururken son
satırda anlatılanların gerçek olduğunu öğrenip kalbimi kararttım.
Ta ilkokul zamanından bildiğim Yüksek
Ökçeler mesela. Ömer Seyfettin.
Neşelendim okuyunca. Oysa ne kadar basit bir hikaye. Doğru ya! Basitliğinden
aslında sevişim. Suat Derviş’in Avdet öyküsü de romantik akışını
müteakip şaşırtıcı sonuyla okuru ters köşeye yatırıp, yüzünde gülümseme
bırakıyor.
Oğuz Atay'ın "Demir Yolu Hikayecileri - Bir Rüya" öyküsü de anmaya fena halde deyeceklerden bir tanesi. Öyküye başlar başlamaz, garda hikaye satan 3 hikayecinin kulübelerini izlerken buldum kendimi. (Böyle bir meslek gerçekten var mıydı?) Her durumda hikaye yazarak geçim sağlamanın neredeyse imkansız olduğu hakikati ile yüzleştirdi Oğuz Bey bizleri. Kapanışını da o meşhur cümlesi ile yaptı:
Oğuz Atay'ın "Demir Yolu Hikayecileri - Bir Rüya" öyküsü de anmaya fena halde deyeceklerden bir tanesi. Öyküye başlar başlamaz, garda hikaye satan 3 hikayecinin kulübelerini izlerken buldum kendimi. (Böyle bir meslek gerçekten var mıydı?) Her durumda hikaye yazarak geçim sağlamanın neredeyse imkansız olduğu hakikati ile yüzleştirdi Oğuz Bey bizleri. Kapanışını da o meşhur cümlesi ile yaptı:
Ben buraday ım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?
Ruhuma en iyi gelen
satırların en eski olanlar olduğuna kâni oldum bu kitabı okurken.
janetaliriza.blogspot.de |
„Kabzımal bastı kızı bağrına.
Üzüldü bahçıvan eski gücünü yitirdiğine. Ne günlere kaldık, tanrım dedi kendi
kendine. Herkes ekmek derdinde. Ekmek ekinde. Ekin köylüde. Köylü köyünde. Köy
nerde? Ben ekmiyorsam ekmek, kimsenin ekmeğine el sürmeyeyim diye. Ama işte bu
da gelecekmiş başıma demek, bu başımın üzerindeki şapkaya. Çıktı kızım da ondan
yana. Kendi kanımdan olan kızım da karşı bana.“
Sözü çok uzatmadan diğer öykülerden
unutmak istemediğim ve o yüzden burada kayda geçirdiğim diğer cümleler de aşağıda:
„Sahilin sakin suları üstünde yeşil
gölgeleri uyuyan çamların uğultularında ağlayan bir melâl var gibi geliyordu.“
(Güzide Sabri – Heybeliada Mezarlığı)
„Mayıs geldi, karşıbahçe
âdeta bir kiraz denizi halini aldı. Eski ev, artık büsbütün kaybolmuştu.“
(Kirazlar – Reşat Nuri Güntekin)
„Bilir misiniz ki
bir kadının dudakları arasında parlayan bu hande, bu firarî işve
şimşeği
bir erkek kalbinde ne müthiş boralar tevlit eder?“ (Bir
Ölünün Mektupları – Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Ve hiçbirimizin aslında çok da farklı olmadığını iddia eden ve ister istemez önce karamsarlığa sonra huzura götüren cümleler de vardı elbet, Tanpınar'in Tren Yolculuğu'ndaki gibi:
„Ben de bir şey sormaya cesaret
edemedim; daha ötesinin bir yığın imkânsızlık; olmayacağı bile bile kurulan
hayaller, cılk çıkan ümitler, birbirini tutmayan hesaplar, farkında olmadan
işlenen hatalar, tek çare gibi görünen budalalıklar olduğunu hangimiz bilmeyiz?
İnsan hayatı sandığımız kadar değişik değildir. Şartların arasına, mühim
anlarda, kendi tecrübenizi olduğu gibi nakledin, en başka türlü hayatı
doldurmuş olursunuz.“ (Bir Tren Yolculuğu – Ahmet Hamdi Tanpınar)
Sevgiyle Kalın
Janet.
No comments:
Post a Comment